Ölüm kaygısını korku filmleri ile yenmek mümkün olsaydı bu nasıl olurdu? Belki de karanlık bir sinema salonunda, ürpertici sahnelerle yüzleşirken içimizde bastırdığımız o en derin korku gün yüzüne çıkacak ve sonunda onu kabullenecektik. Korku filmleri, ölümün kaçınılmazlığını çarpıcı ve çoğu zaman abartılı biçimde sunarak seyirciyi onunla yüzleştirir. Kan, hayaletler, mezarlıklar ya da ölüme meydan okuyan karakterler… Tüm bu unsurlar, zihnimizde ölüm temasını sıradanlaştırır, hatta kimi zaman onunla aramıza mesafe koyar. Bir anlamda korku filmleri ölümü hem tanıdık hale getirir hem de onunla ilgili bastırılan duyguları kontrollü bir ortamda yaşatır.
Psikolojik açıdan bakıldığında, korku filmleri izlemek bir çeşit maruz bırakma terapisi işlevi görebilir. İzleyici, ekran karşısında güvende olduğunu bilerek ölümle ilgili imgelerle yüzleşir ve bu tekrarlar zamanla duyarsızlaşmayı beraberinde getirebilir. Dahası, kurmaca karakterlerin ölümle baş etme biçimlerini izlemek, seyircide “ölümle başa çıkılabilir” duygusunu pekiştirir. Elbette tüm bu süreç ölüm kaygısını tamamen ortadan kaldırmayacaktır ancak onu tanımlanabilir, anlamlandırılabilir ve yönetilebilir hale getirir. Korkunun göbeğinde gelişen bu tarz bir zihinsel dönüşüm, belki de en etkili terapi yöntemlerinden biridir, hem karanlık hem de son derece insani.
Korkunun Nörobiyolojisi
Korku filmleri her ne kadar korku ve tiksinti gibi olumsuz duyguları tetiklese de, geniş bir izleyici kitlesi arasında oldukça popülerdir. Gerçek tehdit edici uyaranlara benzer şekilde, bir korku filmi sempatik sinir sistemini harekete geçirerek izleyiciler arasında kardiyovasküler fonksiyonların değişmesine neden olur. Bunu heyecan verici ve arzu edilir olarak algılayan kişiler elbette korku filmlerini eğlenceli bulacaktır.
Korku filmlerinin sağladığı bu kontrollü korku ortamı, izleyicilere tehdit algısını güvenli bir çerçevede deneyimleme fırsatı sunar. Gerçek bir tehlike söz konusu olmadan yoğun duygular yaşamak, bazı bireyler için hem stresle başa çıkma becerilerini güçlendiren hem de adrenalin arayışını tatmin eden bir deneyime dönüşebilir.
Ölüm kaygısını korku filmleri ile yenmek – Onibaba (1964)
Ölüm Arzusu ve Erotizm
Georges Bataille: “Erotizm, ölüme kadar yaşamın olumlanmasıdır” der. Özellikle erotizmin ölüme olan yoldaşlığından ve biteviye ilişkisinden dem vurur. Amerikalı psikoterapist ve yazar Irvin Yalom ise korku filmerinden hoşlananların, kendi ölüm anksiyetelerine bir karşı duruş geliştirdiklerini belirtmektedir. (Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek kitabını bu anlamda öneririm) Bu iki felsefi görüşe ve psikanalitik yaklaşıma göre korku/gerilim filmlerinde özellikle erotizm temasının işlenmesi gayet olağan duruyor.
Bataille’ın erotizm ve ölüm arasındaki o iç içe geçmişliğe yaptığı vurgu, aslında korku sinemasının temel yapı taşlarından birine işaret eder. Korku filmlerinde erotizm sıkça, ölümle yan yana sunulur; bir yandan yaşamın içgüdüsel, haz odaklı yönünü temsil ederken, diğer yandan o hazzın hemen ardından gelen yok oluşla birlikte varoluşun kırılganlığını hatırlatır. Genç, canlı ve arzularla dolu bedenlerin çoğu zaman ilk kurbanlar olması tesadüf değildir. Erotik olanın temsil ettiği yaşam coşkusunun, ölümün soğuk yüzüyle çatışması; izleyiciyi hem çelişkili duygularla baş başa bırakır hem de bastırılan ölüm korkusunun bilinçdışı dışavurumuna alan açar.
Irvin Yalom’un psikanalitik çerçevesiyle bakıldığında ise, korku filmleri yalnızca korkmak için izlenen bir eğlence değil, aynı zamanda ölümle baş etme pratiğidir. İzleyici, film boyunca ölümle tekrar tekrar yüzleşerek, onu sembolik düzeyde tanımaya ve kabul etmeye başlar. Bu yüzleşme çoğu zaman erotizmle yan yana gerçekleştiğinde daha çarpıcı olur çünkü ölüm korkusu, yaşam arzusuyla birleştirilerek daha derin ve etkileyici bir etki yaratır. Böylece korku filmleri, yalnızca bir gerilim değil, aynı zamanda bir varoluş pratiğine dönüşür; hem yaşamı hem ölümü aynı anda hissettiren sinematik bir alan sunar.
The Devil’s Wedding Night (1973)
Erotizmin Ölüme Yoldaşlığı: The Devil’s Wedding Night (1973)
İtalyan yapımı The Devil’s Wedding Night (1973) bunun en güzel örneklerinden biri bence. Her ne kadar ritüelistik majiye ya da salt kara büyü konularına değinmiş gibi dursa da (film bol bol Eliphas Levi’ye, Pazuzu’ya, teistik satanizme vb. gönderme yapıyor) filmde erotizm, korku teması ile güzel bir şekilde özdeşleşmiş.
Filmde erotizm yalnızca çıplaklık ya da cinsel çağrışımlar aracılığıyla değil, daha çok ölümle iç içe geçmiş bir cazibe unsuru olarak kullanılır. Kadının baştan çıkarıcılığı, ölümle birleştiğinde hem korkuyu körükleyen hem de izleyiciyi çeken bir unsur haline gelir. Georges Bataille’ın erotizm ve ölüm arasındaki ilişkiye dair söyledikleri, bu yapımda somut karşılığını bulur; zira filmde arzuların nihai tatmini çoğunlukla kurban edilme ya da kana bulanma anlarında gerçekleşir.
Ayrıca filmdeki gotik mekânlar, ayinler, mum ışığında işlenen büyüler ve kutsalın karalanması gibi imgeler, bilinçdışı korkuların yanı sıra bastırılmış arzuların da dışavurumudur. Psikanalitik bir okumayla bakıldığında, seyircinin film boyunca karşılaştığı semboller, örneğin kanla yıkanan bedenler ya da ölümsüzlüğün cinsel birleşmeyle sağlandığı sahneler, ölüm kaygısını bedenin faniliğini ve cinselliğin tabusunu aynı çerçevede işler. The Devil’s Wedding Night bu bağlamda hem erotik korkunun hem de içsel karanlığın sinematik izdüşümüdür.
Dip Not: Ben elbette bir doktor ya da akademisyen değilim. Okuduğum kitaplardaki ilgi çekici bulduğum kısımları referans alarak konuya dair kendi düşüncelerimi paylaşmak istedim. Sürçülisan ettiysem affola.
Referanslar:
https://www.nature.com/articles/s41598-024-53533-y
https://onlinelibrary.wiley.com/doi/epdf/10.1002/hbm.20843