Gizem Şimşek Kaya İle Korku Sinemasının Derinliklerine Yolculuk

Gizem Şimşek Kaya ile ilk olarak seneler önce “Türk Korku Sineması Kronolojisi – I. Cilt (1914 – 2015)” isimli kitabı ile tanıştım. Kitap beni o kadar heyecanlandırmıştı ki, o zamana kadar adını dahi duymadığım eski dönem Türk korku filmlerini kitapta yer alan sıralamaya göre hemen izlemeye başladım. Kitap, Türk sinemasının korku türündeki köklü geçmişini keşfetmemi sağladı ve bu alana olan ilgimi daha da derinleştirdi diyebilirim. Daha sonra “Türk Gerilim Sineması Kronolojisi (1914 – 2019)” isimli kitabını aldım ve yine aynı heyecanla filmleri kronolojik olarak izlemeye başladım. Bu merakımı beslediği ve şekillendirdiği için hanımefendinin bendeki yeri hep ayrı kalacak.

Seneler sonra Gizem Şimşek Kaya ile röportaj yapma fırsatına eriştiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü kendisine kendi merak ettiğim tüm soruları sormuş oldum. Gizem Şimşek Kaya söyleşisi ile hem edebiyat severleri hem de sinema severleri memnun edecek işler ortaya koyan bu güzel hanımefendiyi yakından tanıyoruz.

Merhaba Gizem hanım. Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Okuyucularımıza kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Merhabalar Şeyma Hanım. Asıl ben bu röportaj için teşekkür ederim. Ben kimim sorusuna verebileceğim yanıt galiba delinin teki olduğum. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde akademisyenim ve aynı zamanda Beyazperde’de sinema yazarı olarak yer alıyorum. Ayrıca kendi web sitemde de gösterime giren yerli ve yabancı korku filmlerine dair eleştiriler yayınlıyorum. Tabii bir de her yıl vizyona giren yerli korku filmlerini bu yapımlara dair özel tablolar ve notlarla- arşivcilik gayesiyle kitaplaştırdığım “Türk Korku Sineması Kronolojisi” ciltleri de var… Bundan ibaret bir bireyim.

Korku türüne duyduğunuz ilgi ilk ne zaman ve nasıl başladı?

Korku türüne ilgim çocukluk yıllarımda çoktan başlamıştı. Genellikle herkes benim korku duymadığımı sanıyor fakat batıl inançları güçlü biriyim. Özellikle çocukluk dönemimde karanlık ve doğaüstüne dair korkularım çok yoğundu. Bir anlamda korkularımın üzerine gitmek ve bunları aşmak adına bu türle ilgilenmeye başladım. Tabii akademik açıdan bu konuya eğilmeye başladığım zaman ise 2009. Doktora yaparken bu konuda çalışmak istediğimi fark ettim ve olaylar gelişti.

“Bizim içinde bulunduğumuz açmazı daha ziyade büyü – musallat döngüsü şeklinde tanımlamamız gerekiyor. “

Türk sinemasının geçmişini ve şimdisini düşündüğümüzde ve o zamanın koşulları ve bugünün koşullarını baz aldığımızda -bana göre- eskiden çok daha “kendine has” filmler ortaya çıkarmışız. Şu anda ise senaryolar neredeyse birbirinin aynısı. Maalesef bir cin furyası almış başını gidiyor. Sizce şu andaki imkan ve koşullar eskiye nazaran daha iyi olmasına rağmen neden ortaya özgün bir senaryo ya da film çıkaramıyoruz? Ya da siz buna katılıyor musunuz?

Kesinlikle katılıyorum. Bugünün teknolojik olanakları çok yüksek olmasına karşın senaryolar maalesef başarısız oluyor. Bunun temel nedenini anlatacak öykü kalmamış olmasına ve yaratıcılığın yavaş yavaş ölmesine bağlıyorum. Eski kült yapımların yeniden çevrimlerine baktığımızda da hayal kırıklığına uğruyoruz. O, o dönem için kült bir projeymiş; bugünün teknikleriyle yapıldığında görsel olarak başarılı olabilse de, izleyicilere aynı öyküyü sunmak yerine değiştirmeye çalıştıklarında mutlaka bir yanının eksik olduğu ya da karakterlerin karton kaldıkları bir manzara ile karşılaşıyoruz.

Sorunun diğer bir kısmına değinecek olursak; aslında Türk korku sineması cin furyası içerisinde değil. Ben bunu hep vurgulamaya çalışıyorum. Bizim içinde bulunduğumuz açmazı daha ziyade büyü – musallat döngüsü şeklinde tanımlamamız gerekiyor. Yani biri birine büyü yapıyor ve bu büyünün sonucunda birilerine cin musallat oluyor. Dolayısıyla bunlara cin filmi demek bence yanlış. Hatta başka bir deyişle Wes Cravenın Wishmaster’ını bile çekemedik henüz. Benzer bir şekilde hepimiz Freddy Krueger’ı biliriz, efsanedir. O ne diye soracak olsam ne dersiniz mesela? Ateşten yaratılmış, rüyalar aleminde insanlara saldıran aynı zamanda iki boyutta bulunan Krueger, cin değil de nedir? Böyle baktığımızda bizdekilere cin filmi demek ‘gerçek’ cin filmlerine küfür etmek gibi oluyor bence.

Korku sineması, toplumsal bilinçdışını nasıl yansıtıyor? Özellikle belli bir dönemin politik ve sosyal olayları korku filmlerine nasıl yansır?

Korku sineması zaten muhafazakar yapıya sahip bir tür. Geçmişteki filmleri dahi onarlı yıllara ayırdığınızda ortaya bu dönemlere ait politik ve sosyal olayları yansıtan bir tablo çıkıyor. Zaten gerek Hollywood sineması olsun gerekse diğer ülke sinemaları o dönem karşılarında düşman olarak gördükleri ırk, cinsiyet, vs. ne varsa onu yansıtmaya özen gösteriyorlar. Bu da sinemayı tam bir propaganda aracına dönüştürüyor. Mesela Amerika’nın Irak’ı işgali döneminde geçen İngiliz ve Fransız korku filmleri var. Filmlerde yer alan “kahraman askerler”in kaybetmesinin nedeni o topraklarda bulunan cinler, kesinlikle Iraklıların savaş başarısı veya işgalci askerlerin başarısızlığı değil.

“Sosyal medya, televizyon ve dijital platformlarda maruz kalınan şiddet nedeniyle artık insanlar şiddeti kanıksamış durumdalar.”

Günümüz izleyicisinin korku algısı, geçmiş dönemlere göre nasıl evrildi? Modern korku filmlerinde izleyiciyi korkutmak daha mı zor hale geldi?

Kesinlikle daha zor. Özellikle sosyal medya, televizyon ve dijital platformlarda maruz kalınan şiddet nedeniyle artık insanlar şiddeti kanıksamış durumdalar. Hal böyleyken daha fazla kan, daha fazla koltuktan zıplatan sahneler görmeyi arzuluyorlar. Kült filmlere baktığınızda mesela Nosferatu’da vampirin gölgesinin görünmesi bile o dönem izleyicileri soluksuz bırakırken şimdi filmdeki küçük bir bıçaklama sahnesi ya da bir gölge görüntüsü izleyiciler açısından ucuz film algısı yaratıyor. Bu da yaratıcılığa izin vermeyen, daha fazla uyaran bombardımanına sahip yapımlar çekme zorunluluğunu ortaya çıkardı.

Türk korku sineması, dünya genelindeki korku sineması trendlerinden sizce nasıl etkileniyor?

Türk korku sineması trendlerden maalesef etkilenmiyor. Şu an bu kadar fazla yerli korku filmi çıkıyor olmasına karşın hepsinin hikâyeleri aynı. Yeniliklere açık değiller çünkü okumak, araştırmak, yeni bir şeyler denemek zor geliyor. Tutmuş bir işten devam etmek onlar için risksiz alan. Yerli korkuların trendlerden etkilendiği (!) tek konu “bir grup Youtuber” üzerinden şekillenen tabiri caizse ucuz olarak çekilebilecek found footage. Ama bunların güncellerine de göz atmayıp Blair Witch üzerinden ilerlemeye çalışıyorlar yani sürekli araştırma ve okumadan yoksun bir biçimde taklit üzerinden ilerlemeye çalışan bir yapının hakim olduğunu söyleyebiliriz.

Korku sinemasının cinsiyet rolleri üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle kadın karakterlerin temsilinde ne gibi değişimler gözlemlediniz?

Korku sineması inançlar üzerinden şekillenen, daha önce de bahsettiğim gibi muhafazakar bir yapıya sahip. Dünya genelinde de semavi dinler etkili olduğu için ve semavi dinlerde ister Lilith, ister Havva olsun hepsinde kadınlar hali hazırda ötekileştirildiği ve bu nedenle başta ortaçağ döneminde engizisyonda yaşanan cadı avlarında olduğu gibi, tüm ülke sinemalarında da kadının şeytanla ilişkilendirildiği bir tutum hakim. Bunu yerli korku filmlerinde de görüyoruz. Hacı – hocalar erkek olduğu, toplumda kadınları ya da çocukları taciz edenler erkekler olduğu halde kötü büyülerin sorumluları, yapanları ya da yaptıranları genellikle kadınlar oluyor. Bu algıyı dünya genelinde kırmak da pek mümkün görünmüyor.

“Halk inanışlarına ya da İstanbul, Hatay gibi kadim kentlerimizin efsanelerine inen çok başarılı, dünya çapında ilgi görecek işler yapılabilir…”

Kendi yazdığınız kitaplarda ve akademik çalışmalarınızda, Türk korku sinemasının geleceği hakkında ne gibi öngörülerde bulunuyorsunuz? Türk korku sineması sizce hangi yeni yönlere evrilebilir ya da evrilmeli?

Açıkçası ben yerli korku filmlerinin azalarak, kaliteli olarak devam etmesini arzuluyorum. 2012 – 2016 aralığı gibi geçmiş dönemlere bakıldığında yerli korku filmlerinin çoğunun başarılı, pek azının amatör ve başarısız işler olduğunu görmek mümkün. Halk inanışlarına ya da İstanbul, Hatay gibi kadim kentlerimizin efsanelerine inen çok başarılı, dünya çapında ilgi görecek işler yapılabilir ama kimse bu konuda bütçesi yüksek olacağı için elini taşın altına koymak istemiyor. Keşke büyü filmlerinden dev örümceklerin istilasına geçebilsek.

Korku filmlerinin izleyiciyi rahatlatıcı bir işlevi olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu türün insanlar üzerinde bir tür katarsis yarattığını düşünüyor musunuz?

Kesinlikle düşünüyorum. Bu dünyada adaleti çoğu zaman yaşayamadığımızı hissediyoruz. Adaleti burada ya da varsa öbür dünyada sağlayamayacaksak adalet yok mu, diye düşünmemek de elde değil. Aslında insanlar korku filmlerinde ana karakterle özdeşleşerek bir anlamda adaleti kendi içlerinde başkalarının cezalandırılışını görerek tatmin amacıyla kullanıyorlar. Bu durum da insanlarda kendi adalet savaşlarına girişmelerinin önüne set çekerek bir bastırılmışlık etkisi yaratabiliyor.

Sizce tekinsiz unsurlar insanları daha çok görsel olarak mı yoksa edebi anlatımlarla mı etkiler? Bu iki farklı yaklaşımın izleyici ya da okuyucu üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hımm, zor soru! Aslında iyi bir film ya da iyi bir kitap ise her ikisinde de etkili ama edebiyatın şansı bence daha yüksek. Mesela ben Stephen King okumayı çok severdim ve eski kitaplarının hepsini de okumuşumdur ancak film uyarlamalarını birkaçı hariç sevmem. Okuyucu olarak sizin hayal dünyanız ne kadar zenginse kitabı okurken onun içerisindeki dünyayı yaratmanız da o denli size bağlı. Oysa film söz konusu olduğunda bir yönetmenin hayalini görmekle sınırlanıyoruz. Zaten kurulmuş bir set oluyor ve eğer set, oyuncular, vs. herhangi bir şey iyi değilse sizi o filmin finale dek sürüklemesi oldukça zorlaşıyor. Ancak kitap tamamen sizin hayal dünyanızla ilgili. Dolayısıyla edebi anlatımı güçlü kitaplar filmlerden çok daha etkili bence.

Bize en sevdiğiniz yönetmenlerden ve filmlerden biraz bahseder misiniz? Bu isimleri ve filmleri beğenmenizde neler etkili oldu?

Wes Craven’ın yapımcısı olduğu, Robert Kurtzman’ın çektiği Wishmaster, John Carperter’ın yönettiği In The Mouth of Madness beni çok etkilemişti, halen de her izleyişimde bu filmlerden aynı etkiyi alırım. Hatta figür koleksiyonumun ilk figürü de McFarlane’in çıkarmış olduğu Wishmaster olmuştu. Halen yerli korku filmlerinde figür haline getirebileceğimiz böyle bir karakter yok mesela. Wes Craven ve Joh Carpenter sürekli farklı olay örgüleri, farklı karakterler denemeyi seven yönetmenlerdi. In The Mouth of Madness ayrıca benim hep “acaba böyle bir şey olabilir mi” diye düşündüğüm bir hayali, film haline getirmiş olmasıyla etkilemişti. Delirten kitaplar olamaz mı? Bence olabilir Yeni yönetmenlerden ise tabii James Wan’ı çok seviyorum. The Conjuring serisi de oldukça başarılıydı ki bence yerli sinemada da böyle bir çift yaratılabilirdi ama bir yapımda (İşaretliler: Kurban) kardeş kullanımı hariç hiçbir yapımda böyle bir örneğe rastlamadık…